RUHUMA YÜRÜYEN GÜN


              

     Bir bahar havasında harika bir gün geçirdik. Kendimi bu kadar huzurlu hissettiğim anlar hayatımda nadiren olmuştur. Yanlarında olmaktan hazz aldığım onlar için, yaptığım her şeyden keyif aldıkça, daha çok bir şeyler yapmaya heves ediyordum. Yıllardır uzak kaldığım duygularımla karşılaşmıştım, Üsküdar sahilinde…

    Cumartesi pandemi yasaklarının olduğu bir gündü, iki harika çocukla, arkadaşım olan annelerini de alarak, Üsküdar sahiline doğru yürümeye başladık. Emekli olduktan sonra, öğrencilerimle zaman geçirmeyeli epey olmalı ki çocuklu ortamı özlediğimi fark ettim. Çocuklardan büyük olan, kızın adı Nuray ve on yaşında, çok güzel biraz da utanqaç bir yüz ifadesi vardı. Sanki büyümüşte küçülmüş gibi olgun davranışlarıyla yaşından büyük göstermekteydi ancak, çocuk sevinci hareketlerinden, yüzünden, hatta gözlerinden okunmaktaydı. Küçük olan, oğlan ve adı Said idi. Said ise hareketli ve kabına sığmaz bir görüntü sergilemekteydi. Sanırım hareketli olmasında, biraz da erkek olmasının payı olmalıydı. Yol boyunca geçtiğimiz sokağın her iki yakasını hallaç pamuğu gibi atan halleriyle, yürümekten çok koşar adımlarla bizi geçip, sonra da geriye dönerek bizim yanımıza gelmeleri, yalnız başlarına ve bağımsız hareket etmediklerinin bariz göstergesiydi. Havanın güzel olması ve çocukların uzun kış günlerinde pek dışarıya çıkmamalarının da bu hareketliliklerinde payı vardı. Önceleri benimle konuştuklarında utanqaç hallerini yavaş yavaş terk etmeye başlamışlardı. Bir şeyler anlattıklarında gözlerimin içine bakarak konuşuyorlar ve ses tonlarında heyecanlarını bastırmaya ihtiyaç duymuyorlardı.  Bu halleri beni de kaygılarımdan arındırmıştı.

    Sahile doğru yürürken, sağ tarafımızda harika bir yeşil alan ve yukarısında yamaçlar, orman ağaçlarıyla kaplıydı. Her ikisi de o yamaçtaki ağaçları görünce, çığlık çığlığa “aaa orman”, sesleri arkasında yamaca tırmanmayı çok istediklerini gördüm ve annelerinin bir şey olur korkusu ve kaygısı ile kararsız davranmasına rağmen, ben erken davranıp, çıkabileceklerini söyledim. Elbet Said, erkek cesareti ile, hemen fırladı, bir metrelik duvara tırmandı. Nuray bunu görünce; çıkmak istemekle birlikte duvarı aşamayacağını düşünmeli ki çaresizce duraksamıştı. Hemen yanına vardım, kollarından destek vererek duvar engelini aşmasına yardım ettim. Diz boyu yeşilliklerin arasında ürkek ve heyecan karışığı bir duygu ile hareket ederken, kardeşini de uyarma ihtiyacı ile “Seid birden yılan olar ha” dedi. Kormayın, olmaz ama dikkat edin, dedim. O anda yıllarca bir kızım olmasını istememe rağmen, nasip olmamıştı. Kız çocuklarının özellikle babalarına düşkün olduğunu biliyordum. Onların genellikle narin yapıları, naif halleri ve hayatları boyunca aileye düşkün olduklarını sanırım söylemeye gerek yoktur. Ben de öğrencilerimle bu eksikliğimi gidermeye çalışmıştım. Uzun yıllar oldu, öğrencilerimden ayrılmam ve Nuray’ı kollarından tutup kaldırdığım zaman , bir anda hayalimdeki kızımın yardımına koşmuş kadar mutlu olduğumu hissettim. Çocukların mutluluğunu gördükçe, kendi çocukluğumda, ben mutluymuşum kadar olmuştum. Bir müddet biz parkın içinden, onlarsa yamaçlardaki ağaçlıktan yürüdüler. Dizlerine kadar yeşillikler arasında Seid fütursuzca koşturuyor, Nuray ise ürkekliği ile ona ayak uydurmaya çalışıyordu. Nihayet, ağaçlık alan bitmiş, deniz manzaralı özel villalar başlamıştı ve çocuklar yanımıza indiler. Seid, çok koşturmaktan olmalıydı ki susadığını söyledi. Evden çıkarken hiç bu konuda bir tedbir düşünmemiştik, oysa yakınlarda su alabileceğimiz bir büfe dahi yoktu. Çocuklar az sabredin, biraz ileriden su alabiliriz, dedim. Kapalı çay bahçelerinin önünden geçerek, ileride açık olan, bir dostumun çay bahçesine gelmiştik. Her birimiz için bir şişe su aldık ve sahil tarafında kayalıkların üstüne kuşlar gibi tünedik. Hava qayet güzeldi, çocuklar denizin kıyısına kadar inerek, ayaklarını suya sokmak için izin isteyince, analık duygusu ile kaygılanan Antika Hanım, havanın soğukluğunu bahane ederek suya girmelerine izin vermek istememişti. Çocukların hayal kırıklığını görünce ben dayanamayarak hemen atıldım; çocuklar çoraplarını ve ayakkabılarını çıkarsın ayaklarını suya sallasınlar, bir şey olmaz, dedim. Anneyi ikna etmek için, ben de yanlarına ineceğim, onların yanında duracağımı söyledim. Çocukların o an yüzlerindeki sevinç, görülmeye değerdi. Bir hayli suyu ve içindekileri dikkat ve merakla gözlemledikten sonra ayaklarını çıkarıp biraz tedirgin ama heyecanın galip gelmesiyle ayaklarını suya daldırdılar. Ansızın çığlıklar; denizanası, denizanası sesleriyle ayaklarını sudan çıkardılar, ilk korkuları geçtikten sonra, Seid cesaretini toplayarak, biraz kaygılı olsa da tekrar ayağını suya daldırdı ve denizanasına dokunmaya başladı.  Onların bu hareketini isteksizce onaylayan ana yüreği ise sevinç çığlıklarını gördükçe, seslerinin yüksek çıkmasının rahatsızlığıyla çocukları uyarmaktan da geri kalmıyordu. Onların bu sevincine de kayıtsız kalamayarak, kendisine kayaların üzerinde bir yer bulup oturmuştu. Her an onların kontrolden çıkmasının önünü kesmek için arada bir uyarma ve sesini duyurma ihtiyacı duymaktaydı. Ana yüreğinin tanımını yapmaya elbet kelimeler kifayetsiz kalır. Elbet o yürek, evlatlarının varlığı ile ışır-aydınlanır, en huzursuz olduğu anlarda, en mutsuzluğa boğulduğu anlarda, çocukların varlığı onun yaşama direncini günceller, inatla yaşamaya dönük, mücadele ruhunu pekiştirir. Çocuklarının yüzündeki bir tebessüm onun yaşam kaynağı olur.

    Çocukların her heyecan çığlıkları ruhumda yankılanmaktaydı. Tüm dikkatim onların üzerindeydi, ben de onları gözlemlemekteydim. Merak dolu bakışlarıyla kayaların denizle kesiştiği noktada oluşan yosunları ilk kez keşfeder gibiydiler. Sorgulayan gözleri, en ince detaylarına kadar irdeleme arzusuyla, oturdukları yerden denize kayabileceklerini düşünerek, cesaretle endişe arasında git-geller yaşamaktaydılar. Bir an çocukluğuma götürdüler beni…

     Dokuz yaşındaydım, derenin kıyısında bir kurbağanın kesik kesik vıraklama sesiyle irkilmiştim. Bu sesin anlamını biliyordum; yılan kurbağayı yakalamış, onu yutmak üzereydi. Bu kesik kesik kurbağa vıraklamasının anlamı buydu. Yalnızdım ve kararsızdım; ayrıca otların arasından gelen bu sesten başka görünürde hiçbir şey yoktu.  Kurbağa yılanın çenesinde can çekişirken, ben korku ve cesaret arasında gidip-geliyordum. Cesaretim biraz ürkek olsa da merağımla bilenip, korkuma galip gelmişti. Kurbağayı kurtarmaya karar verdim ve otların arasında yılanı aramaya başladım. Adeta nefesimi tutmuş, pür dikkat elimdeki sopayla otları aralıyordum. O an saniyelerin hangi anlarda dakikalardan daha uzun olabileceğini keşfetmiştim. Nihayet yılanı gördüm ama bir türlü kafasını göremiyor, ileriye gitmeye de cesaretim tükenmişti. O an etraftan bir kuş uçsa, kanat sesine düşüp bayılabilirdim. Derin ve titreyen bir nefes alarak tekrar bakınmaya başladım ve nihayet yılanın otlar arasına sakladığı kafasını gördüm. Yarıya kadar yılanın ağzına çektiği kurbağayı fark edince, elimdeki sopayla yılanın ortasına var gücümle indirdim. Yılan, kurbağayı bırakmıştı ancak kendisini kurtarmak için kaçmaya çalıştıysa da hızlı hareket edemiyordu. Bir daha, bir daha sopayı yılana indirmek yerine, korkuyla karışık aniden geriye dönüp otların arasından açık alana kaçmıştım. Kurbağa kurtulmuş dereye atlamış, yılan kaçmış, ben ise korku testinden geçmiş kurbağayı kurtaran kahraman huzuruyla oradan uzaklaşmıştım.

    Çocukların, bugün yosunlar ve denizanasını görüp, çığlık çığlığa kalmaları ve cesaretlerini toplayıp onlara dokunmaları, yaşadıkları korkuya galip gelen cesaretleri, beni 50 yıl öncesine götürmüştü.

Himet ELP


Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir